İngiltere’nin büyüleyici sahil kasabalarından biri olan Littlehampton, 1920’lerin başında huzur ve sükunetin kalesi olarak bilinirdi. Denizden gelen tuzlu rüzgarların etkisiyle, kasabanın sokaklarında yürüyen insanlar, birbirleriyle samimi ve sıcak ilişkiler kurarlardı. Bu kasabanın en dindar ve saygıdeğer sakinlerinden biri olan Edith Swan, kiliseye olan derin bağlılığı ve yardımseverliği ile tanınırdı. Edith’in komşusu Rose Gooding ise tam tersi bir karakterdi; hayat dolu, enerjik ve dışa dönük bir kadındı. İki kadın arasında derin bir dostluk yoktu, sadece komşuluk ilişkileri sınırlı bir bağ oluşturuyordu. Ancak bir gün, kasabanın rutin yaşamı aniden değişti. Edith ve diğer kasaba sakinleri, kimden geldiği belli olmayan müstehcen ve tehditkar mektuplar almaya başladılar. Bu mektuplar, kasabanın sakin ortamını altüst etti ve herkesin aklında aynı isim belirdi: Rose Gooding. Şüpheler hızla Rose’un üzerinde yoğunlaştı ve kasaba halkı, onun bu mektupların arkasındaki kişi olduğuna inandı. Mektupların sayısı arttıkça, Rose’un masumiyetini savunmak daha da zorlaştı. Rose’un yaşadığı çaresizlik, sadece kendi özgürlüğü ile ilgili değildi; kızının velayetini kaybetme korkusu da onu derinden etkiliyordu. Bu karmaşık ve gizemli durumu çözmek için, kararlı ve cesur bir grup kadın harekete geçti. Polis Memuru Gladys Moss ve ekibi, Rose’un masumiyetini kanıtlamak ve gerçek suçluyu bulmak için yoğun bir çaba içine girdiler. Kasabanın huzurunu geri getirmek için büyük bir azimle çalışan Gladys ve ekibi, bu karmaşık gizemi çözmek için her türlü ipucunun peşine düştüler.